Adalet denilince akla gelen ilk isim Hz. Ömer (r.a)’dir. Cehalet devrinin Ömer’i; İslam’ı kabul eder etmez birdenbire kemalin zirvesine tırmanmış, aşere-i mübeşşereden sayılmış, hülefa-i raşidinde adı zikredilmiş, en önemlisi emiru’l-mü’minin unvanına nail olmuştur. Hz. Ömer ‘in üzerinde titizlikle durduğu, adeta kendisiyle özdeşleşmiş olan en önemli konu adalet meselesidir. Bu konuda tüm yöneticilere önderlik yapmış, gerek devlet işlerinde, gerek halka karşı, gerek şahsi işlerinde her zaman adaleti gözeten ve hakka riayet eden bir lider profili sergilemiştir. Aslında Hz. Ömer’in adaletinin kaynağında yakîni bir iman vardır. Çünkü o, imanla adaleti birbiriyle taçlandırmış, belki de kendisinden sonra hiç kimseye nasip olamayacak adil bir başkan olma özelliğine erişmiştir. Nitekim Peygamber Efendimizin buyurduğu, “Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah Teâlâ, yedi insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır…”[2] hadisinin ilk mertebesinde “adil devlet başkanı’’ olmanın Allah katında ne kadar önemli olduğu zikredilir.
Hz. Ömer, adaletiyle İslam’ın nuru sayılmıştır. Hak ile batılı ayırt ettiği için kendisine “Faruk” sıfatı verilen Ömer, halifeliği sırasında halkın tüm ihtiyaçlarını gözetmiş, onların dertlerine ulaşabildiği oranda bizzat kendisi çözümler sunmuştur. Halkın can ve mal güvenliğine önem vermiş, onların sorumluluğunu tam anlamıyla üstlenmiştir. Hatta “Fırat kıyısında bir deve helak olsa, Allah bunu Ömer’den sorar diye korkarım.”[3] diyerek, bu sorumluluk duygusunu dile getirmiştir.
Hz. Ömer’in yaşantısına baktığımızda o, halifeliği döneminde halkı herhangi bir şeyden men ettiği yahut yapılması gereken bir karar aldığında bunu ilk önce kendi nefsinde ve evinde tatbik etmiş daha sonra insanlara aldığı karara uymalarını emretmiştir.
Hz. Ömer’in Devlet Erkânına Karşı Tutumu
Hz. Ömer, toplumun çıkarları ile memurlarının menfaatlerini dengede tutmaya itina gösterirdi. Onun gözünde bir vali, toplumun herhangi bir ferdi gibiydi. Adaleti uygularken sıradan bir kişi ile bir valiyi ayırt etmezdi. Bir hutbesinde : “Ey insanlar! Sizi yönetmek üzere tayin ettiğim bir memurdan cefa görürseniz, hemen bana bildirin. Allah’a yemin ederim ki, öyle bir yöneticiden kesinlikle hakkınızı alır ve kısas uygularım.” diyordu.[4]
Devlet yönetiminde görevli olan insanların, kendilerine herhangi bir adaletsizlik yapmamaları için onları haberli-habersiz sıkı bir şekilde denetim altında tutmuş, valilere mektuplar yazmış, adalet çizgisinden ayrılmamaları konusunda onları ihtar etmiştir.
“Bir adam Ebû Musa el Eş’ari’nin maiyetindeydi. Savaşta ganimet ele geçirdiler. Ebû Musa hissesini verirken tamamını vermediği için adam:
-Sen hissemin hepsini vermezsen almam, dedi.
Ebû Musa da kızıp adama yirmi değnek vurduktan başka saçını da kestirdi. Adam da saçını toplayıp Ömer’e gitti ve cebinden saçlarını çıkarıp Ömer’in göğsüne fırlattı. Ömer (r.a.):
- Meselen nedir, diye sordu. Adam meseleyi anlattı. Bunun üzerine Hz. Ömer, Ebû Musa’ya şu mektubu yazdı:
“Selam üzerine olsun.
Falan oğlu falan bana şöyle şöyle söyledi. Benim de sana kesin emrim şudur ki, eğer adama herkesin gözü önünde bu hakareti yapmış isen, sen de herkesin önünde otur da, adam gelip aynı biçimde senden kısas alsın, eğer kimsenin görmediği bir yerde ona bu hakareti yapmış isen sen de kimsenin bulunmadığı bir yerde otur yine aynı hakareti sana yapsın.”
Ebû Musa (r.a.) mektubu alır almaz, kendisinden kısas alınmak üzere oturdu. Adam da ona:
- Ben Allah için seni affettim, dedi.”[5]
Hassasiyet
Peygamber Efendimizin en sadık dostu ve halifesi olan Ömer’in şu ince ve derin idrakine bakınız:
Hz. Ömer, hilafeti zamanında vuku bulan bir kıtlıkta, bir deve kesilip Medine-i Münevvere’nin fukarasına dağıtılmasını emir buyurdu. Deveyi keserek fakirlere dağıtan kişi, devenin yağlı kısmından bir parça eti alarak güzelce pişirip iftar vaktinde halifenin huzuruna götürdü. Halife:
- Bu et neredendir, diye sordu:
- Ey mü’minlerin emiri, kesilmesini emir buyurduğunuz deveden size düşen paydır. Bu sözü duyan Ömer’in rengi değişti ve ağlayarak:
- Benim gibi bir emre yazıklar olsun ki, fukaraya etin kötü kısımlarını dağıttırır, kendisi ise iyi ve yağlı kısmını yer. Ey hizmetçi! Bir daha böyle yapma, kaldır bu yemeği fakirlere götür, bana yine eskisi gibi yemek getir. Halife olan kimseye ayda bir kere et yemek kâfidir, buyurdu.
Hizmetçinin getirdiği bir parça kuru ekmekle bir miktar zeytinyağını yiyen Hz. Ömer Cenab-ı Hakk’a şükretti.[6]
Köle, Sultan ve Hz. Ömer
Adaletiyle gönülleri fetheden, heybetiyle dünyayı titreten, herkese hakkını veren yüce Faruk Hz. Ömer, adaleti uygularken Kur’an ahlakının gereği olarak, herkese eşit davranmış; soyluluk, zenginlik, akrabalık, makam gibi unsurların adaleti engellemesine kesinlikle izin vermemiştir. Bu konuda O’nun yanında bir köle ile efendisi arasında fark yoktur.
Suriye’de Gassânî hükümdarı Cebele Müslüman olmuş, parlak bir törenle Medine’ye gelmiş, Hazreti Ömer de bunun Müslüman oluşundan memnun kalmıştı. Ancak, hac zamanı, Kâbe ziyaret edilirken, yüz binlerce hacı arasında bir köle, Gassânî hükümdarının eteğine dikkatsizlikle basıvermiş, Cebele dayanamamış, hemen bir yumruk vurarak zavallının burnunu kırmıştı. Köle, halifeye şikâyet edince, Ömer de Cebeleyi sorguya çekti:
- Köle, eteğime bastı. Saygısızlık gösterdi. Ziyaret yeri olmasaydı, başını kılıçla ikiye ayıracaktım, diye cevap verince, Halife Ömer:
- Sen suçunu itiraf ettin. Şimdi, onu memnun etmeye çalış! Yoksa aynı muameleyi sana yapmasını emredeceğim, dedi. Cebele:
- Ya Emir! Bu nasıl olur? Ben hükümdarım. O, âdi bir köle değil mi? Ömer:
- Müslümanlıkta hükümdarlık, kölelik yok. Eşitlik var. Bir Müslüman diğerlerinden ancak takva ile ayrılır.[7]
Beytülmâl Konusundaki Titizliği
Hz. Ömer’i halka sevdiren, adaleti ve herkese eşit davranışıdır. Beytülmâl’de toplanan mallarda israftan kaçınması halkın gönlünde sevgisini daha da artırmıştır. Hatta halife kendi haklarını bile kısıtlamıştır. Nitekim bu durum bazı yakınlarının itirazlarına sebep olmuştur. Hz. Ömer, Beytülmâl’den Müslümanların en az pay alan ve asla fazlasına tamah etmeyen bir devlet yöneticisidir. Çoğu zaman ise aldığı maaş ihtiyacını karşılayamamıştır. Sahabenin bazıları onun çektiği bu sıkıntıları görünce, maaşını artırmak için teklifte bulunmuşlardır. Hatta içlerinde Osman, Ali, Talha ve Zübeyr’in de bulunduğu bir heyet bu durumu kendisine arz etmek için eve gitmişler, Hz. Hafsa’yı görünce durumu ona bildirmişler, ancak heyette kimlerin bulunduğunu bildirmemesini özellikle rica etmişlerdir. Hz. Hafsa da durumu babasına söyleyince Hz. Ömer : Kimdi o gelenler, dedi. Kızı, “Kim olduklarını bilmene gerek yok .” deyince, “Sen onlarla benim aramdasın” diyerek sorular sormaya başladı: -Sen Rasûlullah’ın evindeyken Allah Rasûlü’nun giydiği en kıymetli elbise neydi?
-İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar, cuma hutbelerini bunlarla okurdu.
-Peki, yediği en iyi yemek neydi?
-Bizim yediğimiz ekmek, arpa ekmeğiydi. Ekmek sıcakken yağ sürer, yumuşatırdık.
-Senin yanında kaldığı zamanlar yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?
- Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de yarısını altımıza yarısını da üstümüze örterdik.
Daha sonra Hz. Ömer dedi ki: Ya Hafsa, seni gönderenlere söyle! Allah Rasûlü kendisine yetecek miktarını tespit etmiş, fazlasını ihtiyaç sahiplerine vermiştir. Vallahi, ben de kendime yetecek olanını tespit ettim. Artanını ihtiyaç sahiplerine vereceğim. Ve bununla yetineceğim.”[8]
Hz. Ömer ve Kölesi Muğîre
Hz. Ömer’in adaletini gösteren menkıbelerden biri de aşağıdaki gibidir:
Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında Şam’a gitmek icap etti. Medine-i Münevvere’den Ashab-ı Kiram’dan bir grupla yola çıktılar. Hz. Ömer’in bir deveden başka bineği yoktu. Muğîre adlı bir kölesi vardı. Deveye nöbetleşe biniyorlardı. Allah’ın hikmeti tam Şam’a girecekleri vakit deveye binme nöbeti Muğîre’ye gelmişti. Ashab-ı Kiram, Hz. Ömer’e:
-Efendim, müsaade ederseniz, bu saatte deveye siz bininiz. Ömer (r.a.) :
-Şimdi sıra Muğîre’nindir, ben deveye nasıl binerim, buyurdu. Ashab :
-Bugün Şam’ın bütün eşrafı zat-ı âlinizi karşılayacaklardır. Onlar atlı, siz ise halife olduğunuz halde yaya yürüyeceksiniz. Bu hiç münasip değildir. Lütfediniz de istirhamımızı reddetmeyiniz, dediler. Hz. Ömer bu sözlerden müteessir oldu ve şöyle cevap verdi:
-Bize, ihsan olunan bu saadet ve bu devlet kime nasip olmuştur ki, Cenab- ı Hakk İslam dininin tacını başımıza koydu, şeriat-ı Ahmediye gömleğini de sırtımıza giydirdi. Kelime-i tevhidi bize söyletti. Kur’an-ı Kerimle kalbimizi nurlandırdı. Ne acayiptir ki, hâlâ İslam’ın kadrini anlamamışsınız. Yalnız Rasul-i Ekrem’in ümmeti olma şerefi size yetmez mi?
Hz. Ömer’in bu sözlerine karşı kimse cevap veremedi. Muğîre deveyi hazırlayıp Hz. Ömer’in huzuruna getirdi. Deveyi çökerterek:
-Ey mü’minlerin emîri, benim dileğimi kabul buyurun. Deveye sizin binmenizi istirham ediyorum. Bu husustaki hakkımı size helal ediyorum, dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) o gün deveye binmeye mecbur oldu.[9]
Hz. Ömer halife olduğu zaman sadeliği ve mütevazılığı sebebiyle insanlar ilk bakışta kimin halife olduğunu anlayamıyorlardı. Kimsesiz, dul kadınların suyunu kendisi taşır, cariye ve hizmetçilerine yardım ederdi. Unu kendisi alıp götürürdü. Hamallara yardım ederdi. Geceleri Abdurrahman b. Avf ile kervanları beklerdi[10].
Görüldüğü üzere adalet timsali olan, hak ile batılı ayıran Ömeru’l-Faruk’un hakkı gözetmedeki titizliği İslam Devleti’ni Allah’ın kuralları ve yasasına muvafık şekilde yönetmesinde etkili olmuştur. Allah Teâlâ bir ayette: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah onlara sizden daha yakındır. Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”[11] buyurmuştur.
İşte “Faruk” sıfatlı din büyüğü… İslam’ı adaletiyle nurlandıran halife… Allah O’ndan razı olsun.
SİYER-İ NEBİ DERGİSİ 26. SAYI / MART-NİSAN 2014
[1] Safahat “Süleymaniye Kürsüsü’nde”, Mehmet Akif Ersoy.
[2] Buhari,Ezan,36.
[3] İbn Sa’d, c. III, s. 284
[4] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,c:2, s.178-179,çağ yay.
[5] Hayatü’s-Sahabe,c.2,s.197.
[6] Dört Büyük Halife Hayatları ve Menkıbeleri, Şemsüddin Ahmet Sivasi, s.112.
[7] Medeniyyet-i İslâmiyye Tarihi, c: 1, s: 5.
[8] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c:2, s.183-184,çağ yay.
[9] Dört Büyük Halife Hayatları ve Menkıbeleri, Şemsüddin Ahmet Sivasi,s.107.
[10] a.g.e ,s.138.
[11] Nisa 4/135.
Yazar:
Merve MAHMUTOĞLU